Dünya Sağlık Örgütü sağlığı, hastalık ve sakatlığın olmamasının yanı sıra “bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik hâli” olarak tanımlıyor.
Peki ama “iyilik hâli” ne demek? Daha önemlisi “tam bir iyilik hâli” mümkün mü?
Peki ama COVID-19 pandemisi, bu dünyanın “çağdaş”, “ileri”, “uygar” ülkelerinin yurttaşlarına sunduğu “iyilik” hâlinin kumdan kaleler gibi esen SARS-CoV-2 rüzgârıyla tarumar olduğunu göstermedi mi? Sağlık hizmetine en çok para harcayan ülkede pandemiye bağlı hastalık ve ölümün bu kadar yüksek olması kapitalist sistemin “iyilik”ten çok “hastalık”a odaklandığını göstermiyor mu? Eğer öyleyse; Dünya Sağlık Örgütü’nün, sağlık hizmetlerinin kalitesini artırmanın ve yurttaşların sağlık seviyesini yükseltmenin reçetesini ulus devletlerin sağlık hizmetlerine daha çok kaynak ayırması olarak vaaz etmesini nasıl açıklayacağız? Bırakın Dünya “Sağlık” Örgütü’nü, Dünya “Bankası”nın, finansmanını da sağlayarak Türkiye’ye uygulattığı Sağlıkta Dönüşüm Programı’na ve onun sağlık hizmet alanındaki yansımalarına ne diyeceğiz?
Bölüşüm ilişkilerini sorgulamadan sadece sağlık hizmetlerine daha çok kaynak ayırmanın sağlık ve iyilik anlamına gelmediğini deneyimlediğimiz bir pandemi ortamında sorunumuz keşke bu kadarla sınırlı olsaydı.
Ama değil ne yazık ki…
Öyle ya “mülteci” statüsüne erişememiş düzensiz göçmenlerin bırakınız “iyilik” hâllerini, en temel yaşamsal fonksiyonlarını dahi idame ettirmelerine dair tek sözün işitilmediği bir dünyada sağlığı nasıl tanımlayacağız? Eşitsizliğin küreselleştiği bu dünyada “iyilik hâlini” kime göre tanımlayacağız? Ölçütümüz cansız bedeni Bodrum kıyılarına vuran Kobani’li Alan bebek mi olacak? Yoksa dünyanın kırıldığı bir hastalıkta dahi milyon dolarlarını çoğaltıp virüsün uğramadığı destinasyonları ve adaları satın alıp yaşamaya devam edenler mi olacak? Söyler misiniz; her şeyin göreceleştiği, değerin fiyata indirgendiği, gerçekliğin yerini kanaat ve algıların aldığı bir dünyada kime ve hangi kriterlere göre iyilik hâlini “sağlıklı” kabul edeceğiz?
Tarih ve kültür dünyası, “iyilik hâlleri”nin tarihsel sürekliliğe ve toplumların kültürel kodlarına bağlı olduğunu söylüyor. Bu nedenle neolitik çağın insanı, bedenin içine bir şey kaçmadığı sürece “sağlam” olduğunu düşünüp, “hasta” olduğunda içeri kaçan şeyi dışarı çıkarmak için kafatasını delerken (trepanasyon); üçüncü bin yılın “uygar” insanı, bedenindeki gerçek ve sanal risk faktörlerini bertaraf etmek için bedenini durmaksızın her gün yıkıyor, onlarca müdahale ile onu yeni baştan yaratıyor.
Peki geleceğin insanı, o ne yapacak?
Karbon esaslı bedenlerin silikon tamamlayıcılar ya da mekatronik esaslı eklentilerle melezleştiği bir çağın ilk adımlarını atıyoruz. Geleceğin cyborgunu şimdiden yaratıyor teknoloji. Gen-etik müdahalenin sınırları hâlen güncel bir tartışma konusuyken, HIV virüsüne dirençli kılmak gibi çok “meşru” bir nedenle tasarlanmış iki bebeği laboratuvar koşullarında var ettik bile. Hatırlatmaya gerek var mı bilinmez ama uzun zamandır obezite, anoreksiya ile mücadele ederek ıslah ettiğimiz karbon bedenlerimizi sonu gelmeyen estetik cerrahi müdahalelerle kesip biçmekteydik zaten bir terzi gibi…
Biliyoruz, geçmişte de bu yola girmiştik; bilim adına, ulvi davalar adına. Bilim ve kutsal davalardan ne kaldı geriye bilinmez ama hiç unutmayacağımız utanç dolu karanlıklar ve yüz kızartıcı insanlık suçları yazıldı hanemize o günlerde. Belki yeniden o günlerle şu an yaşananlar arasında köprüler kurmak iyi gelebilir hepimize. Tarih elbette tekerrür etmez aynı biçimde. Ama alternatif kaçış yolları ve mücadele alanlarının ipuçlarını sunabilir bize.
Teknolojiye güzellemeler yapacak değiliz. Teknolojik değişimin “ilerleme” ya da “gelişme” anlamına gelmediğini, teknolojinin kaybettiğimiz cenneti kendiliğinden bizlere bahşetmeyeceğini bilecek kadar yol aldık bu dünyada. Hâl böyleyse nasıl bir sağlık ve hastalık algısı bekliyor karbon, hibrid ve silikon bedenlerimizi?
Pastoral kırsal yaşamın ayakta olduğun sürece sağlıklısın algısının fabrikalara, iş yerlerine mahkûm olan işçilerin ve çalışanların bedeninde makineleştiğini ve bir motor gibi çalışmayı sağlıklılık olarak kabul ettiğini; mürekkep yalamış beyaz yakalı insanın sağlıklılığı sevişirken dahi bir “performans” kriterine dönüştürdüğünü ve ölmekten çok başka birinin bakımına muhtaç olmaktan korktuğunu, bu nedenle ölümü “ölüm ebeleri”nin gözetiminde hospislerde karşıladığını dikkate alırsak, geleceğin tekno-kültürel insanı, sağlık, hastalık ve ölümü nasıl tanımlayacak? Yoksa kuantum bilgisayarlarının dünyasında bedenini ortadan kaldırıp zihinsel bir koda evrilerek ölümsüzlüğe mi kavuşacak? Yoksa sanal dünyanın cenneti, Eros ile Thanatos’un mücadelesine son mu verecek?
Peki tüm bunlar tesadüf mü? Sağlık, hastalık ve ölüm/yok oluş algısındaki değişimler kendiliğinden mi gerçekleşiyor? Engels’in ifadesiyle burjuvazi, “tüm yaşam araçlarının tekelini ele geçirmiş” ise nasıl oluyor da ölüm kusan bu hayat devam edebiliyor? Nasıl oluyor da sermayenin arzuları sağlık alanında dahi belirleyici olabiliyor? Nasıl oluyor da tarih boyunca sürüp giden yaşam savaşında insanın ve insanlığın yanında saf tuttuğunu iddia eden diğerkâm tıp profesyonelleri, bu ölüm-kalım savaşında en iyi ihtimalle tarafsız kalmayı seçebiliyor? Nasıl olur da gelir, beslenme, barınma, eşitlik, barış gibi iyilik hâlinin temel koşullarını göz ardı edip iyilik ve mutluluk hâlini “mavi haplar”ın içilmesine indirgeyebiliyor?
Yoksa tarihin uzun koşusunda yeterince bilinç kazanamadılar mı? Aldıkları eğitim mi kifayetsiz, eksik ya da kısa? Yoksa fazla eğitime mi maruz kaldılar? Yoksa bilinç değil yaşam mı belirliyor her şeyi? Yoksa hemcinslerine özgürce sevişmeyi öğreten ve ücretsiz sağlık hizmeti sunan şifacı kadınları yakıp yıkarak kilise ve devletin meşruluğuyla elde ettikleri ataerkil sınıfsal ve toplumsal ayrıcalıklarının diyetini mi ödüyorlar? Eğer her çalışma biçimi insanın bedenini olduğu kadar bilincini de şekillendiriyorsa, üçüncü bin yılın sağlık profesyonellerinin düşünce biçimlerini neler belirliyor? Her şeyin değerinin piyasada belirlendiği bir yüzyılda hacamatçılardan pozitif enerjicilere kadar uzanan bir biyomedikal çoğulcu sağlık piyasasında dünün şamanları bugün ne durumda?
Tıp profesyonellerinin adeta “asr-ı saadet” olarak tanımladığı dünün sağlık ortamının “sıradan yurttaş” için anlamı neydi? Sağlık ortamında yaşanan ölümcül şiddetin tarafların gözünü kör ettiği günümüz “sağlık piyasası”nda eğer yurttaş sağlık hakkını kaybediyorsa hâlâ neden dilsiz? Neden sağlık hakkını savunduğunu iddia eden tıp profesyonellerine destek vermeyip aksine can alıcı bir şiddetle onlara saldırıyor? Peki ama sağlık çalışanları gerçekten sağlık hakkını mı savunuyor? Yoksa dünün “asr-ı saadet”inde edindikleri ayrıcalıkları ve hasta-hekim arasındaki asimetrik güç ilişkisini yeniden kazanmayı, hekimliğin altın çağına dönüp günümüzün Tanrısı olan teknolojinin modern şamanları mı olmak istiyorlar? Disiplin dünyasının zora dayalı “modern gardiyanlar”ından, selfielerin gönüllü gözetim dünyasında rızayı üreten ve sağlığı test edip onaylayan “post-modern gardiyanlar”a mı dönüşmek istiyorlar? Tüm diğer şeyler gibi araştırmanın ve bilimin de sermaye tarafından metalaştırıldığı bir dönemde “kanıta dayalı tıp” adı altında şekillendirilen uygulamalara, “aşırı teşhis”in kol gezdiği kliniklere nasıl olup da güven duyabiliyorlar? Yoksa insan yaşamının biyolojik özelliklerinin iktidara tabi kılındığı bir çağdan, sağlığın bir görev, sorumluluk ve hatta ahlâki bir ödeve dönüştüğü bir dünyada günümüzün bilimsel “ahlâk bekçileri” mi olmak istiyorlar? “Düşünüyorsam varım” çağının muktedirliğini, “görünmüyorsam yokum” çağında kaybetmemek için her yerde görünmeye, görmeye ve hep kendilerini göstermeye mi çalışıyorlar? Hakikatin savunucusu olması gereken “dördüncü kuvvet” medyada, neon ışıkların pahalı ücretlerini dahi ödeyip, görünerek var olmaya mı çalışıyorlar?
Tüm bunlar olup biterken “soğuk canavarların en soğuğu” ne yapıyor? Gerçekliğin yitip gittiği, modernite sonrası dönemin her şeyi güvensiz kıldığı, canın ya da cananın canını emanet ettiğimiz “hikmet sahibi” hekimin bile güvenilmez olduğu bir dünyada devletler bu ortamdan nasıl yararlanıyor? Kapitalizmin yarattığı ekolojik tahribatın bilcümle yaşamı yok etmeye ramak kaldığı bir dünyada, siyasi iktidarlar kendi bekaları için böylesi bir ortamı nasıl “lütuf sayıp” fırsata çevirmeye kalkışıyor? Doğanın bir parçası olmak yerine ona hükmetmek ve tahakküm etmekle uygarlığını şekillendiren ve bu sayede birincil doğasına yabancılaşan insanın, var ettiği uygarlığın çıkmazları içerisinde ölümü ve yok oluşu hissetmeye başladığını gören ulus devletler “sağlıklı” hayata ulaşmak için hangi çözümü öneriyor? Sadece insanı değil içerisinde yaşadığı doğal hayatı da kapsayan, ilişkiselliği ve sürekliliği önemseyen; biyolojik çeşitliliğin korunmasına yaslanan bir iyi olma siyasetinin sesi çalınıyor mu kulaklara? Yoksa ekolojik yıkımın salgınlar çağının kapısını açtığı bu ortamda “yüzünü faşizme dönmüş” devletlerin “sağlığı” gerekçe göstererek yaptıkları çağrı, post-modern bir teknofaşizm çağının habercisi mi?
Yukarıda değindiğimiz soru ve sorgulamalar ışığında, Pasajlar Sosyal Bilimler Dergisi’nin “Sağlık” özel sayısı için özgün ve Türkçe literatüre katkı sağlayacak çalışmalarınızı bekliyoruz.
Temalar
Bu konu başlıkları, dergiye çalışma göndermek isteyen araştırmacılara fikir vermesi açısından dile getirilmiştir. Başlıklar etrafındaki hemen her konuda, çağrı metninin temel kaygısına temas etmek şartıyla çalışma gönderilebilir.
Bilim Kurulu
İlgili sayının ilk çağrı metninin ilan edildiği dönemdeki isim bazlı alfabetik sıralama dikkate alınmış olup, kurul üyelerindeki hâkim görüş doğrultusunda akademik unvan kullanılmamıştır.
- Aslı Odman; Öğretim Görevlisi, İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi Gönüllüsü
- Bülent Şık; Akademisyen, Gıda Mühendisi
- Emin Baki Adaş; Akademisyen, Sosyolog
- Fatih Artvinli; Akademisyen, Tıp Tarihi ve Etik Uzmanı
- Ferda Keskin
- Feride Aksu Tanık; Akademisyen, Halk Sağlığı Uzmanı
- Fuat Ercan
- Gülsüm Kav; Akademisyen, Tıp Tarihi ve Etik Uzmanı
- Kayıhan Pala; Akademisyen, Halk Sağlığı Uzmanı
- Murat Arpacı; Akademisyen, Sosyolog
- Osman Elbek; Akademisyen, Tıp Doktoru
- Özen B. Demir
- Tayfun Atay; Sosyal Antropolog, Yazar
- Temmuz Gönç Şavran; Akademisyen, Sosyolog
- Yasemin Giritli İnceoğlu; İletişim Akademisyeni
- Yeşim Yasin; Akademisyen, Halk Sağlığı Uzmanı
- Yücel Demirer; Siyaset Bilimci
Önemli Detaylar
- Düzenleme Kurulu: Talha Dereci (Genel Yayın Yönetmeni), Dr. Osman Elbek (Sayı Editörü)
- Çalışmanın Son Gönderim Tarihi: 30 Kasım 2021
- İrtibat / Çalışmanın Gönderileceği E-Posta: editor[at]pasajlardergisi[dot]com
- Çalışmanın hazırlanma aşamasında, sitenin üst menüsünde yer alan “Gönderim Kuralları” sayfasındaki hususlar dikkate alınmalıdır.