Çağrı Metnini PDF Olarak İndir
Alman psikiyatr Wilhelm Griesinger’in 1845 yılında yayımlanan Pathologie und Therapie der psychischen Krankheiten (Ruhsal Hastalıkların Patolojisi ve Tedavisi) kitabında dile getirdiği “ruh hastalıkları beynin hastalıklarıdır” ifadesi ciddi bir paradigma değişikliğine neden oldu. Psikiyatrik hastalıkların, somatik hastalıklarda olduğu gibi; belli bir organın işlevsel ve/ya yapısal bozuklukları sonucu ortaya çıktığı görüşü, doğa bilimlerindeki ilerlemelere paralel olarak hızla kabul gördü ve pozitivizmin de artan etkisiyle psikiyatri, 20. yüzyıla girerken, birçok bilim dalının felsefenin konusu olmaktan çıkıp özgürlüğünü ilan etmesine benzer bir şekilde, felsefeyle olan bağlarını neredeyse tamamen kopardı. Öyle ki, “gençliğimde tek isteğim felsefeyle ilgilenmekti ve psikoloji bana bu şansı verdi,” diyen Sigmund Freud bile psikanalizin bir doğa bilimi olduğunu söyledi ve uzun süre, felsefenin psikanalize zarar vereceğini iddia etti. Viyana Üniversitesi’ndeki tıp öğrenimi sırasında, fenomenolojinin kurucusu Edmund Husserl’le birlikte psikolog ve filozof Franz Brentano’dan felsefe dersleri almış olmasına rağmen, felsefe bilmediğini dahi iddia etti. Yaşlılık günlerindeki yazılarında ve konuşmalarındaysa, Friedrich Nietzsche ve Arthur Schopenhauer olmadan psikanalizin psikanaliz olamayacağını söyleyerek bu filozofların, dolayısıyla felsefenin hakkını teslim etme gereği duydu.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında, özellikle Almanca konuşulan ülkelerde psikiyatri, bütün bu gelişmelere rağmen felsefenin öneminin hâlâ farkındaydı. Freud’un çevresindeki hemen hemen bütün psikanalistler —örneğin Otto Rank ve Sándor Ferenczi– felsefeyle olan ilişkilerini teorik ve pratik düzeyde sürdürmeye devam etti. Ama felsefeyi, özellikle de Husserl’in fenomenolojisi ile Martin Heidegger’in fenomenolojik ontolojisini psikiyatri anlayışının ve pratiğinin vazgeçilmez unsuru yapan kişi İsviçreli psikiyatr Ludwig Binswanger olmuştur. Psikanalizin temeline libido teorisini yerleştiren Freud, psikonevrozlar için neredeyse mekanik bir açıklama modeli geliştirmişti. Binswanger, psikiyatri ve psikoterapiyi bu Freudiyen indirgemecilikten kurtarabilmek için ‘Daseinanaliz’ adını verdiği öğretiyi geliştirdi. Binswanger, bir varolan olarak insanın ruhsallığının odağına cinselliğin yerleştirilmesiyle, insanın bir bütün olarak anlaşılmasının olanağının kaçırıldığını söyler ve insanı bir varolan olarak ‘anlayabilmek’ için Heidegger’in Dasein kavramına başvurmak gerektiğini düşünür.
Günümüzde de psikiyatri doğa bilimlerinin hegemonyası altındadır. Oysa, sinir-bilimdeki, özellikle 1980 sonrası yaşanan hızlı ve heyecan verici ilerlemelere rağmen, psikiyatrik hastalıkların tanı kriterleri ve somatik tedavi usulleri açısından kayda değer bir gelişme yaşanmamıştır. Bunun getirdiği hayal kırıklığının etkisiyle de insan ruhunun beyinden ibaret olmadığı hatırlanmaya başlamış ve psikiyatriye antropolojik, felsefi bir ‘soluk’ gelmesinin umudu doğmuştur.
Psikiyatrinin felsefeyle birlikte düşünülmesi gerektiğinin 20. yüzyıldaki en önemli kanıtları Karl Jaspers’ın eserleridir. Jaspers tıp fakültesinin ardından Heidelberg’te psikiyatri ihtisası yapmış ve psikiyatri tarihinde psikopatolojiyi sistematik bir metodolojiyle toparlayan ilk isim olmuştur. 1913 yılında yaklaşık 350 sayfa olarak yayımlanan ihtisas tezi ‘Genel Psikopatoloji’ adını taşıyordu ve fenomenolojik bir bakışla kaleme alınmıştı. Jaspers daha sonra psikiyatriden felsefeye geçmiş ve Heidelberg Üniversitesi Felsefe Bölümünde bir kürsü sahibi olmuştur. Kendi varoluş felsefesini geliştirdiği yıllar içinde Allgemeine Psychopathologie (Genel Psikopatoloji) kitabına tekrar tekrar dönmüş ve 1947 yılında kitap 750 küsur sayfalık son hâlini almıştır. Yıllar içinde fenomenolojik yaklaşımın yanında kendi geliştirdiği varoluş felsefesi de psikopatolojisinin temelini oluşturmuştur.
Bunların dışında da örnekler vardır. Örneğin, Viyana’dan Sigmund Freud’dan sonra çıkmış ikinci önemli psikoterapi ekolü olan Alfred Adler’in ‘Bireysel Psikolojisi’ne esas olarak Nietzsche’nin felsefesi yön verir. Carl Gustav Jung, psikiyatrın farkında olmasa bile bir filozof-doktor olduğunu söyler. Zürih Burghözli Psikiyatri Kliniği’nde şef olarak çalıştığı uzun yıllar boyunca Nietzsche’nin Also sprach Zarathustra: Ein Buch für Alle und Keinen (Nihayet Konuştu Zerdüşt: Herkes İçin ve Hiç Kimse İçin Bir Kitap) adlı eseri üzerine İngilizce seminerler vermiştir.
Yine Viyana’dan çıkmış üçüncü psikoterapi ekolü olan ‘Logoterapi’nin kurucusu Viktor Frankl, Logoterapinin bir ‘Varoluş Analizi’ olduğunu vurgular ve varoluş felsefesini psikoterapi ekolünün temeli yapar.
Günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde sessiz sedasız, gürültü patırtı koparmadan ‘felsefi psikoterapi’ uygulayan sayısız psikiyatr ve psikoterapist vardır. Daseinanaliz ve Logoterapinin, birçok ülkede yıllardır aktif olarak eğitim veren dernekleri vardır ve düzenli olarak dünya kongreleri düzenlemektedirler. Ama günümüzün egemen paradigması olan biyolojik psikiyatri, doğa bilimleri yöntemleriyle çalışmayan ve araştırmalar yapmayan bu ekolleri yok sayarak küçümsemekte ve arkalarına aldıkları ilaç kartellerinin gücüne güvenerek insanın ruh hastalıklarının, nörolojik hastalıklar gibi, beynin yapısal ve/ya işlevsel bir bozukluğu sonucu ortaya çıktığı konusunda ısrar etmektedir. Oysa, sinir-bilim teknolojik gelişmeler sayesinde beynin neredeyse her nöronunu gözlemleyebilecek durumda olmasına rağmen, tek bir psikiyatrik hastalığa dahi tanı koyabilmemize yardımcı olabilecek bir laboratuvar testi ya da beyin görüntüleme yöntemleriyle gösterilebilen hastalığa özgü yapısal ve/ya işlevsel bozukluk marker’ı bulunamamıştır. Psikiyatride tanı hâlâ hastadan alınan bilgiler üzerinden, psikiyatrın klinik gözlemleri aracılığıyla konulmaktadır.
Jaspers daha 1913 yılında beynin didik didik edilip psikiyatrik hastalıkların nerede saklandıklarının aranmasını, ‘beyin mitolojisi’ olarak adlandırmış ve insanı anlamanın tek yolunun onu ‘dinlemek’ ve ruhunun derinliklerine nüfuz edecek kadar onun gibi düşünmeye ve hissetmeye çalışmak olduğunu söylemiştir.
Yukarıda dile getirilenler, biyolojik psikiyatrinin indirgemeci de olsa hiçbir yaranının olmadığı, insanı nasılsa öyle anlamamız konusunda psikiyatra önemli bilgiler kazandırmadığı anlamına gelmez. Buradaki sorun, biyolojik psikiyatrinin insan beynine bilgiyle değil handiyse sorgulanması günah olan bir inançla yaklaşmasıdır. Bu da karşı kutbun ortaya çıkmasına neden olmuş, psikiyatriyi neredeyse bir sosyal bilim olarak görmeye başlayan başka bir indirgemeci kitle yaratmıştır. Oysa Jaspers’ın Genel Psikopatoloji’sinde de belirttiği gibi biyolojik, psikolojik, tinsel ve sosyal bir varlık olan insan kişisi tek bir yöntem ya da ekolle anlaşılamayacak kadar karmaşık bir yapıya sahiptir. Her insan teki biriciktir ve bu biricikliği bütünlüğü içinde anlayabilmenin ve mümkünse ona yardım edebilmenin tek yolu, biyolojik ve tinsel bir varlık olan insana fizyolojik, antropolojik, ontolojik ve epistemolojik bir bilgi birikimiyle yaklaşmaktan, yani onun doğa yanını tinselliğiyle eşit düzeyde göz önünde bulundurmaktan geçer.
Bu anlamda psikiyatr günlük pratiğindeki seanslarında, bir an bir insan bilimci gibi düşünürken, ardından hızla bir doğa bilimcisine dönüşebilmeli ve örneğin olası bir tiroid fonksiyon bozukluğunun hastanın sıkıntılarındaki payını anlamaya çalışmalıdır. Bu anlamda, insan bilimleriyle doğa bilimleri arasındaki gerilimli alanda hareket etmek zorunda olan psikoterapist kendi düşünmesini tanı kalıplarına hapsetmeden, Martin Buber’in sözleriyle otantik bir ‘ben-sen karşılaşması’ olan terapötik ilişkiye odaklanmalı ve hastasını bütün yargılarını ‘paranteze alarak’ dinlemeyi, onunla gerçek ve demokratik bir ilişki kurmayı becerebilmeli, kendini bir otorite olarak görmemeyi başarıp karşısındaki hakkında gerçek bilgiye, esasen hastanın kendisinin sahip olduğunu unutmamalıdır.
Immanuel Kant’ın dediği gibi, “doktor tedavi eder, doğa iyileştirir.” Burada doğadan kastedilen doğal ve gerçek bir ilişkidir. Terapötik ilişki de bu anlamda hastasına doğayı sunabilmeli ve onun iyileşmesine eşlik etmeyi başarabilmelidir.
Ocak 2023’te yayımlanmak üzere, Pasajlar Sosyal Bilimler Dergisi olarak dile getirdiğimiz meselelere temas edecek, özgün ve Türkçe literatüre katkı sağlayacak çalışmalarınızı bekliyoruz.
Temalar
Bilim Kurulu
İlgili sayının ilk çağrı metninin ilan edildiği dönemdeki isim bazlı alfabetik sıralama dikkate alınmış olup, kurul üyelerindeki hâkim görüş doğrultusunda akademik unvan kullanılmamıştır.
- M. Türker Armaner, Prof. Dr. (Galatasaray Üniversitesi, Felsefe Bölümü)
- Selçuk Aslan, Prof. Dr. (Psikiyatri Uzmanı)
- Betül Çotuksöken, Prof. Dr. (Maltepe Üniversitesi, Felsefe Bölümü)
- Çiğdem Dürüşken, Prof. Dr. (İstanbul Üniversitesi, Latin Dilleri ve Edebiyatı)
- İ. Hakan Gürvit, Prof. Dr. (İstanbul Üniversitesi, Nöroloji ABD)
- M. Kemal Kuşçu, Prof. Dr. (Koç Üniversitesi, Psikiyatri ABD)
- M. Kemal Sayar, Prof. Dr. (Marmara Üniversitesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD)
- Chryssi Sidiropoulou, Prof. Dr. (Boğaziçi Üniversitesi, Felsefe Bölümü)
- Mehmet Z. Sungur, Prof. Dr. (Uluslararası Bilişsel Terapiler Derneği Eski Başkanı)
- Ömer Faruk Şimşek, Prof. Dr. (İstanbul Rumeli Üniversitesi, Psikoloji Bölümü)
- T. Bedirhan Üstün, Prof. Dr. (Koç Üniversitesi, Psikiyatri ABD)
- Ertan Yurdakoş, Prof. Dr. (Altınbaş Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji ABD)
- Yusuf M. Örnek, Prof. Dr. (Antalya Bilim Üniversitesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi ABD)
- Ferda Keskin, Doç. Dr. (İstanbul Bilgi Üniversitesi, Felsefe Bölümü)
- Bergen Coşkun Özüaydın, Doç. Dr. (Maltepe Üniversitesi, Felsefe Bölümü)
- Ömer Aygün, Dr. (Galatasaray Üniversitesi, Felsefe Bölümü)
- T. Necati Ilgıcıoğlu, Dr. (Galatasaray Üniversitesi, Felsefe Bölümü)
- Saffet Murat Tura, Dr. (Psikiyatri Uzmanı)
Önemli Detaylar
- Düzenleme Kurulu: Talha Dereci (Genel Yayın Yönetmeni), Dr. Alper Hasanoğlu (Sayı Editörü)
- Çalışmanın Son Gönderim Tarihi: 31 Ekim 2022 Pazartesi
- İrtibat / Çalışmanın Gönderileceği E-Posta: editor[at]pasajlardergisi[dot]com
- Çalışmanın hazırlanma aşamasında, sitenin üst menüsünde yer alan “Gönderim Kuralları” sayfasındaki hususlar dikkate alınmalıdır.